Bizimle iletişime geçin

Köşe Yazıları

Tarih Kokan Osmanlı Başkenti: Edirne

Yayınlanma

Tarih

Yine bir Ezacılık Fakültesi Dekanlar Konseyi toplantısı dolayısı ile yollardayız.Yine ayrı bir telaş ve heyecan var… Çünkü bu zamana kadar hiç görmediğim bundan dolayı da hep hayıflandığım, 1361 yılında I. Murat tarafından fethedilip ve İstanbul’un alınışına kadar 88 yıl(1365-1453) boyunca Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış Edirne’ye gidiyoruz. İstanbul’da toplanarak, bir servis otobüsü ile Edirne yolculuğuna başlıyoruz. Yolculukta en çok sevdiğim şeylerden biri de uzun zamandır görmediğim meslektaşlarım ve arkadaşlarım ile yolculuk yapmak. Hani derler ya “Birini tanımak istiyorsanız ya alış veriş yada yolculuk yapacaksınız” diye işte bu tip toplantılar ve gezi programları birbirimizi daha iyi tanımamızı da sağlıyor. Bol kahkahalar, espriler ya da o yöre ile ilgili bilgiler, veya mesleki bir şeyler tartışmak birbirimizle kaynaşmamızın yanı sıra hem zamanın daha hızlı geçmesine neden oluyor, hem de bilgi dağarcığımız gelişiyor.

Saat kaç olursa olsun daha Edirne’ye varmadan mis gibi ciğerin kokusunu almaya başlıyorsunuz. Ve bu cezbedici kokuya dayanamayan bir arkadaşımız yeni aldığı telefonunun heyecanıyla da internetten ilk siparişini veriyor: Meşhur Edirne yaprak ciğeri… Bu enfes yiyecek aç olmasanız bile ağzınızın suyunu akıtacak kadar cezbedici… Tabii ki hepimiz ortak oluyoruz siparişe J

Sonunda Edirne’deyiz işte… Büyük bir iştah kabarıklığı ile az önce telefonla açtırdığımız ciğercinin önünde alıyoruz soluğu… Muhteşem bir sofrayla birlikte ev sahibi dekan arkadaşımız karşılıyor bizi… Hepimiz gecenin bir vakti yoğurt ve acı biber eşliğinde ciğerlerinin tadına bakıyoruz, gerçekten de enfes olduğuna oy birliği ile karar veriyoruz. Tarihi mekandan çıkınca herkes başını kaldırır kaldırmaz o muhteşem eser “Selimiye Cami” tüm ihtişamı ile karşımıza çıkıyor, ev sahiplerimiz yarın bol miktarda gezeceğiz söyleyince misafirhanemize doğru yol alıyoruz.

Uzun, yorucu ve verimli Dekanlar Konseyi toplantısının ardından Edirne turuna başlıyoruz, tabi ki ilk durağımız 1569-1575’te Sultan II.Selim’in emriyle yaptırılmış olan Selimiye Cami…

O zaman 80 yaşında olan Mimar Sinan’ın “ustalık eserim” diye adlandırdığı o büyüleyici camiyi gezmek, o tılsımlı camide alnını secdeye koymak, mimari özelliklerinin erişilmezliği yanında taş, mermer, çini, ahşap sedef gibi süsleme özellikleriyle de göz zevki vermesi kelimelerimin yazmasına yeterli olmuyordu. Mihrap ve minberin işçiliği o zamanların imkanlarıyla nasıl yapılmış diye düşünmeden edemiyorsunuz.

Zamanın padişahları namaz kılmak için geldiklerinde, namazdan sonra inzivaya çekilmek için küçük oda yapılmış ve sadece küçük bir pencere ile gökyüzünü seyredebileceğiniz daracık mistik mekanda bol bol ibadet edesiniz geliyor. O küçücük yerde ibadet ve kendini dinlemenin zevki bir başka olduğunu hissediyorsunuz.

Caminin ortasında insanların toplanıp sıraya girerek resim çektiklerini ve bir izdihamın olduğunu görürsünüz. Kalabalığın oluşturduğu bir merak duygusu ile oraya doğru yöneldiğinizde ters bir lale figürü ile karşılaşıyorsunuz. Rivayete göre; caminin inşa edileceği alan önceden bir lale bahçesi imiş. Ancak bahçenin sahibi burayı satmak istememiş. En sonunda camiye bir lale motifi konulması şartıyla arsayı satmış. Mimar Sinan da lale motifini “ters” olarak yapmış. Neden ters olduğunu merak ederek sorduğunuzda her Edirnelinin arsa sahibinin  inatçı kişiliğini temsilen ters lale figürünün yapıldığını bildiğini hayranlık uyandıran bir hayretle görüyorsunuz.

Çok uzaklardan ahenkli dört minaresi ile göze çarpan yapı, kurulduğu yerin seçimiyle Mimar Sinan’ın aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu da göstermektedir. Hemen “acaba minareye çıkabilir miyiz?” diye içinizden geçiriyorsunuz ve özel bir izin ile çıkıyoruz bir kaç gönüllü ile o karanlık yollara. 4 farklı yolu olduğu söyleniyor biz en rahatını seçmemize rağmen oldukça zorlanıyoruz ilk şerefeye çıkana kadar. Ama iyi ki çıktım diyorum içimden, hani derler ya “Edirne ayaklarınız altında” o büyüleyici şehri temaşa ediyorsunuz, içinizdeki özgür duyguları hissedercesine…

Edirne büyük binaları olmayan, camileri, çarşıları, köprüleri, tarihi evleriyle ülkemize batıdan gelenleri karşılayan bir sınır kenti olma özelliğini en iyi şekilde yansıtan güzide bir şehir. Özellikle tarihi çarşılarında alış veriş yapmaktan oldukça zevk alıyorsunuz ve paranıza da kıyıyorsunuz. Bu arada sakın Edirnelilere; “Ezine peyniri nerede satılıyor” demeyin, hemen benim gibi Ezine ile Edirne peyniri farkını bilmiyor iseniz her an bir tatlı fırça yiyebilirsiniz. Çünkü Edirne Peyniri ile Ezine peyniri tamamen birbirinden farklı imiş…

Ertesi gün, Trakya Üniversitesinin büyük uğraşlar sonunda müze haline çevirdiği “Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ni” saatlerce geziyoruz ama yine de bize yetmiyor zaman.

Burada 500 yıl öncesinin bir “Osmanlı bimarhanesi” (bimar: hasta, hane: ev) canlandırılmış. Dönemin hekimlik bilgilerinin yanı sıra müziğin, su sesinin, güzel kokuların ve meşguliyetin kullanıldığı mekanları geziyoruz, adeta geçmişi yaşıyoruz, elimizde fotoğraf makinelerimiz bol bol fotoğraf çekiyoruz…

Başarılı canlandırmalara şahit oluyoruz. Hastalar, hekimler, hasta bakıcılar, hanende ve sazendeler canlı gibi karşımızda duruyor… Işık ve ses düzeni bu canlandırmayı bütünlüyor…

Edirne’de Meriç Nehrinden geçmek de içimizde tatlı heyecanlar oluşturuyor. O coşkun suları ile hoş geldiniz dercesine akıyor büyüleyici manzarasıyla…

Benim gibi Edirne’ye yolunuzun düşmesini beklemeyin, o güzellikleri en kısa zamanda gidip görmeniz iç aleminize çok şey katacaktır. Ne yazık ki bu güzide şehrimizi çok kısa zamanda ancak bu kadar gezebildim ve bu kadar kısa anlatabiliyorum… Oysa ne çok yer var gezilecek ve satırlarca anlatılacak güzellikler…

Eczacılık Fakültesi Dekanlar konseyi toplantısına ev sahipliği yapan ve bizleri hoşgörüleri ile ağırlayan başta Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yener YÖRÜK olmak üzere Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yüksel Bayrak ve ekibine meslektaşlarım adına çok teşekkür ederim…

Okumaya devam et
Yorum yapmak için tıklayın

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Ramazan: Maneviyat, Kardeşlik ve Sağlığın Buluştuğu Ay

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Ramazan, Müslümanlar için her zaman bir ibadet, sabır ve paylaşma ayı olmuştur. Ancak Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve sahabelerin yaşadığı dönemde Ramazan, bambaşka bir anlam taşıyordu. O günlerde bu mübarek ay, sadece oruç tutmaktan ibaret değildi; aynı zamanda toplumun ruhen ve ahlaken yeniden inşa edildiği, Allah’a yönelişin zirve yaptığı bir zaman dilimiydi. Ramazan ayı, açlığa ve susuzluğa sabretmekten öte, Allah’a olan bağlılığın en derin haliyle hissedildiği bir eğitim süreciydi. Aynı zamanda, modern bilim de Ramazan orucunun sağlık üzerindeki olumlu etkilerini vurgulamaktadır. Bedeni ve ruhu dinlendiren bu mübarek ay, aslında insan sağlığı için de büyük bir nimettir.

Peygamber Efendimiz’in Ramazan’ı yaşama biçimi, ümmetine en güzel örnek olmuştur. Sahur yapmanın önemini vurgulayan Efendimiz, “Sahur yapınız, çünkü sahurda bereket vardır.” (Buhari, Savm 20) buyurmuştur.

Gündüzleri oruçlu geçirmek sadece açlık ve susuzlukla sınanmak değil, aynı zamanda sabır, şükür ve nefsi terbiye etmek anlamına geliyordu. Bir keresinde, sahabeler çok sıcak bir günde oruç tutarken zorlandıklarını söylediklerinde, Efendimiz onlara Bedir günü oruçlu halde savaşan sahabeleri hatırlatarak, “Gerçek sabır ve dayanıklılık işte o zaman gösterilir.” diyerek onları teskin etmişti.

Ramazan, Kur’an’ın indirilmeye başlandığı ay olduğu için, Peygamberimiz ve sahabeler bu dönemde Kur’an’la daha fazla hemhal olurlardı. Cebrail (a.s.), her Ramazan ayında Peygamber Efendimiz’e Kur’an’ı baştan sona okuturdu. Bu, sahabelere de örnek olmuş, onlar da Ramazan boyunca Kur’an’ı daha çok okuyarak tefekkür etmişlerdir. Hz. Osman (r.a.), Ramazan gecelerinde Kur’an’ı saatlerce okur, gözyaşları içinde ayetleri derinlemesine anlamaya çalışırdı.

Ramazan, paylaşmanın en yoğun yaşandığı zamanlardan biriydi. Sahabeler, ellerindeki azıcık yiyeceği bile komşularıyla, fakirlerle paylaşmayı büyük bir görev bilirdi. Efendimiz, “Kim bir oruçluyu iftar ettirirse, onun sevabı kadar sevap kazanır.” (Tirmizi, Savm 82) buyurarak, cömertliği teşvik etmiştir. Medine’de iftar sofraları birlik ve beraberlik ruhunu güçlendirirdi. Hz. Bilal (r.a.), iftarını çoğu zaman sadece birkaç hurma ve su ile açar, elinde fazlası varsa mutlaka bir yetime veya fakire verirdi.

Günümüzde ise, Ramazan’ın ruhuna aykırı şekilde, lüks ve abartılı iftar sofraları düzenlenmesi ne yazık ki sıkça görülmektedir. Oysa Peygamber Efendimiz, sade ve ölçülü beslenmeyi öğütlemiş, “İnsanoğlu, midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır.” (Tirmizi, Zühd 47) buyurarak aşırıya kaçmanın sakıncalarına dikkat çekmiştir. Oruç, açları anlamak ve israftan kaçınmak için bir vesile iken, gösterişli sofralarla bu bilinci kaybetmek Ramazan’ın özünden uzaklaşmak anlamına gelir.

Peygamber Efendimiz, Ramazan gecelerini ibadetle geçirirdi. Sahabelerle birlikte cemaat halinde teravih namazı kılmaları, bu ibadeti önemli kılmıştır. Mescid-i Nebevi’de yankılanan dualar, Allah’a yakınlaşmanın en özel anları olurdu. Sahabelerden biri bir gece Peygamberimizin namazını izleyip, onun Allah’a olan teslimiyetini gördüğünde, gözyaşları içinde “İşte gerçek huzur bu!” diye fısıldamıştı.

Ramazan, fakirlere yardım eli uzatmanın en önemli vesilelerinden biri olarak görülürdü. Sahabeler, mallarından sadaka ve zekât vererek ihtiyaç sahiplerine destek olurlardı. Hz. Osman (r.a.), bir kıtlık yılında kervan dolusu buğday getirtmiş ve tümünü ihtiyaç sahiplerine bağışlamıştı. Hz. Aişe (r.a.) ise gelen hediyeleri hiç tereddütsüz fakirlere dağıtır, kendisi çoğu zaman hurma ve sudan başka bir şeyle orucunu açardı.

Günümüzde bilim insanları, oruç tutmanın vücudu toksinlerden arındırdığını, bağışıklık sistemini güçlendirdiğini ve metabolizmayı düzenlediğini ortaya koymaktadır. Bu yönüyle oruç, hem ruhsal hem de fiziksel arınma sağlamaktadır.

Peygamber Efendimiz, Ramazan’ın son on gününde ibadetlerini daha da artırır, itikâfa girerdi. Sahabeler de bu sünnete uyarak mescitlerde kalır, kendilerini ibadete adarlardı. Kadir Gecesi’nin ihya edilmesi, bu dönemin en önemli manevi kazançlarından biri olurdu. Hz. Aişe (r.a.), Kadir Gecesi’nin önemini Peygamber Efendimiz’e sormuş ve Efendimiz ona şu duayı öğretmiştir: “Allah’ım, sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet.” (Tirmizi, Deavat 85). O günden bugüne kadar bu dua, Kadir Gecesi’nin en kıymetli dualarından biri olarak Müslümanlar tarafından okunmaktadır.

Ayrıca, oruç sayesinde vücut hücrelerinin kendini yenileme sürecine girdiği, açlığın bağışıklık sistemini güçlendirdiği ve uzun vadede sağlıklı yaşam için olumlu etkileri olduğu bilimsel olarak da kanıtlanmıştır.

Peygamber Efendimiz ve sahabeler için Ramazan, yalnızca oruç tutulup iftar edilen bir ay değil, ruhların arındığı, gönüllerin yumuşadığı, Allah’a yakınlaşmanın zirve yaptığı mübarek bir zaman dilimiydi. Bugün de onların izinden giderek Ramazan’ı sadece aç kalınan bir süreç olarak değil, bir ruh, beden ve şuur eğitimi olarak görmek gerekir. Ramazan, her dönemde olduğu gibi bugün de bizlere, sabrı, paylaşmayı ve manevi olgunluğu hatırlatmaya devam ediyor.

Aynı zamanda modern tıp ve bilim de bu mübarek ayın sağlığa olan katkılarını doğruluyor. Ancak Ramazan’ı gösteriş ve lüks sofralarla tüketmek yerine, paylaşma ve tevazu ruhunu yaşatarak geçirmeliyiz. Oruç, bedenimizi dinlendirirken ruhumuzu da arındırıyor ve bize hayatın özünü hatırlatıyor.

Okumaya devam et

Köşe Yazıları

Sürdürülebilir Bir Gelecek İçin Yeni Bir Yaklaşım: İleri Dönüşüm

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Geçtiğimiz günlerde akademik bir toplantıda “İleri Dönüşüm (upcycling)” kavramını uzun uzun tartıştık. Bu konu o kadar ilgimi çekti ki, bu haftaki köşe yazımı ileri dönüşüme ayırmaya karar verdim. Peki, nedir bu ileri dönüşüm? Gelin, birlikte inceleyelim.

İleri dönüşüm, atık veya kullanılmayan malzemeleri alıp onları daha değerli, daha kullanışlı ve daha estetik ürünlere dönüştürme sürecidir. Örneğin, eski bir kıyafeti yeniden tasarlayarak yepyeni bir çanta haline getirmek ya da kullanılmayan cam şişeleri dekoratif bir avizeye çevirmek, ileri dönüşümün en güzel örneklerindendir. Bu süreçte, malzemeler kimyasal veya mekanik işlemlere tabi tutulmadan, doğrudan yeniden işlev kazandırılır. Böylece hem enerji tüketimi minimize edilir hem de doğal kaynakların kullanımı azaltılır.

İleri dönüşüm, geri dönüşümden farklıdır. Geri dönüşümde malzemeler eritilir, parçalanır veya işlenerek ham madde haline getirilir. Oysa ileri dönüşümde, atık malzemeler olduğu gibi alınır ve daha değerli ürünlere dönüştürülür. Örneğin, eski bir paleti alıp onu şık bir kitaplığa çevirmek, ileri dönüşümün özünü oluşturur. Bu sayede atık miktarı azalır ve doğaya zarar veren plastik, cam, metal ve tekstil atıklarının önüne geçilir.

Günümüzde nüfusun hızla artması ve sanayileşmenin yaygınlaşmasıyla birlikte atık miktarı da artıyor. Bu durum, doğal kaynakların tükenmesine ve çevre kirliliğine yol açıyor. İşte tam da bu noktada, ileri dönüşüm devreye giriyor. İleri dönüşüm, atık malzemeleri değerlendirerek hem çevreye zarar vermeyi engelliyor hem de ekonomik katma değer oluşturuyor. Ayrıca, karbon ayak izini azaltarak iklim değişikliğiyle mücadelede önemli bir rol oynuyor.

İleri dönüşüm, sadece çevre için değil, ekonomi için de büyük fırsatlar sunuyor. Atık malzemeleri değerlendirerek yeni ürünler üretmek, hem yerel ekonomiyi canlandırır hem de istihdam oluşturur. Özellikle tekstil, mobilya ve dekorasyon sektörlerinde ileri dönüşüm uygulamaları giderek yaygınlaşıyor.

Örneğin, eski kıyafetlerden yeni tasarımlar yapmak veya kullanılmayan ahşap malzemelerden modern mobilyalar üretmek, hem çevre dostu hem de kârlı bir iş modeli haline geldi.

Dünya genelinde ileri dönüşüm uygulamaları hızla yaygınlaşıyor. Avrupa Birliği, döngüsel ekonomi politikaları kapsamında ileri dönüşüm projelerini destekliyor ve bu alanda yenilikçi çözümler teşvik ediyor. Türkiye’de ise son yıllarda artan çevresel farkındalıkla birlikte ileri dönüşüm girişimleri giderek daha fazla öne çıkıyor. Geri dönüşüm ve atık yönetimi alanında faaliyet gösteren birçok kuruluş, ileri dönüşüm projelerine öncülük ederek hem çevresel hem de ekonomik kazanımlar elde ediyor.

İleri dönüşüm, günlük hayatımızda da büyük bir fark yapabilir. Örneğin:

Eski mobilyalarınızı onarıp yeniden tasarlayarak evinize yeni bir hava katabilirsiniz.

Kullanmadığınız kıyafetlerinizi kesip dikerek yeni giysiler veya aksesuarlar yapabilirsiniz.

Cam ve plastik şişeleri dekoratif ürünlere dönüştürerek hem çevreye katkıda bulunabilir hem de evinizi güzelleştirebilirsiniz.

Sonuç Olarak

İleri dönüşüm, sürdürülebilir bir gelecek için atabileceğimiz en önemli adımlardan biridir. Bireyler olarak bu bilinçle hareket etmeli, atık malzemeleri değerlendirerek hem çevreye hem de ekonomiye katkıda bulunmalıyız.

Peki, siz ileri dönüşümü hayatınıza dahil etmeye hazır mısınız?

Okumaya devam et

Köşe Yazıları

Tarih, Rüzgar ve Hamsilos’un Hikayesi: Sinop

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Sinop Üniversitesi’nin organize ettiği bir proje etkinliği dolayısıyla üç günlüğüne Sinop’taydım. İlkokul yıllarımda ziyaret ettiğim bu şehri hatırlamıyor olmam, bu seyahati benim için daha da anlamlı hale getirdi. Yozgat’tan Sinop’a doğru yol almak, adeta dağları yara yara ilerlemek gibiydi. Sayısını hatırlayamadığım kadar çok tünelden geçtik. Bu tünelleri yapanlardan Allah razı olsun, büyük bir hizmet!

Yol boyunca hiç sıkılmadık. Allah’ın yarattığı eşsiz manzaraları izlerken yollar adeta kısalıyordu. Bu macera dolu yolculuğa, Prof. Dr. Mustafa Böyükata hocamın kendine has sohbeti ve esprileri de ayrı bir neşe kattı.

Boztepe Burnu üzerine kurulmuş, “Türkiye’nin en mutlu şehri” unvanını hakkıyla taşıyan Sinop’a ulaşmak için sabırsızlanıyordum. Düşünsenize, milattan önce 7. yüzyıla dayanan bir tarihi olan küçücük bir şehir, ama şehirleşme konusunda bir hayli mahrum kalmış. Hele ki Şahin Tepesi’ne vardığınızda, Sinop ayaklarınızın altında kalıyor. Tarihi dokuyu bozmadan buranın bakımına özen gösterilse, eminim ki sadece Türkiye’nin değil, dünyanın merkezi haline gelebilir.

Bilemiyorum, belki de bilerek tarihi dokuyu bozmama adına çok fazla şey yapmıyorlar.

Şahin Tepesi’nde rüzgarın insanı bir yerlere savurması an meselesi. Hiç kendimi bu kadar rüzgara kaptırmamıştım. Öyle ki, üşüdüğünüzü bile fark ettirmiyor. Hamsilos Koyu ise bir başka alem… Yağmur ve rüzgara rağmen, bu büyüleyici güzelliği görmeden ve bolca fotoğraf çekmeden dönemezdim.

Sinop, tarihiyle de insanı içine çeken bir şehir. Antik Yunan filozofu Diyojen’in heykeli, şehrin tarih kokan sokaklarını süslüyor. Ayrıca, 1375 yılında Candaroğlu Beyi Sultan Celaleddin (Kötürüm) Bayezid döneminde inşa edilen Saray Mescidi; Selçuklu Devleti’nin 1214’teki fethinden hemen sonra yapıldığı düşünülen ve Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’a ait olduğu belirtilen Alaaddin Camii; Seyit İbrahim Bilal Hazretleri Türbesi ve daha birçok tarihi yapı Sinop’un zengin tarihinin izlerini taşıyor. Ne yazık ki, vakit yetersizliğinden dolayı tüm camileri gezme fırsatım olmadı.

Sinop’a gidiyorum dediğimde, neredeyse herkesin bana “Tarihi Sinop Kapalı Cezaevi’ni mutlaka görmelisin” demesi dikkatimi çekmişti. Gerçekten de en çok zamanı burada geçirdim. Üç yanı denizle çevrili bu ürpertici cezaevi, tarihi kale surlarının içine inşa edilmiş. “Kuş bile uçurtmazlar” denilen bu yer, 1999’da kapatılmış ve 2000 yılında müzeye dönüştürülmüş. Zincirli odada fotoğraf çektirirken bile insan o kalın zincirlerin ağırlığını ruhunda hissediyor. O zincirlerde ne hatıralar saklıdır kim bilir…

Bu konuda tarihçilerin, hukukçuların daha fazla çalışması gerektiğini düşünüyorum.

Ünlü yazar Sabahattin Ali, “Duvar” adlı öyküsünde Sinop Cezaevi’ni şu sözlerle anlatmış:
“Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş oralarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı.”

Ayrıca şu dizeler de cezaevini gezerken zihnimde yankılandı:
“Dışarda deli dalgalar / Gelir duvarları yalar / Seni bu sesler oyalar / Aldırma gönül, aldırma.”

Evliya Çelebi’nin “kaçmanın olanaksız olduğu bir hapishane” dediği bu cezaevi, geçmişin izlerini anlamak ve hissetmek isteyenler için mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer.

Elbette Sinop’un lezzetlerini de unutmak mümkün değil. Yediğimiz mezgit ve Sinop mantısının tadı, damağımda iz bıraktı.

Bizi bu güzel şehre davet eden ve eşsiz misafirperverlikleriyle ağırlayan Sinop Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Şakir Taşdemir hocama, hemşerim Dr. Öğretim Üyesi Serkan İşcan’a ve emeği geçen herkese gönülden teşekkür ederim.

Okumaya devam et

Trendler

Prof. Dr. Hamdi Temel © 2020 Tüm hakları saklıdır. Site içerisindeki yazıların izinsiz ve kaynak gösterilmeden paylaşılması yasaktır.

Toplam Ziyaretçi Sayısı

maksibet giriş maksibet film hd izle film izle film hd izle şutbet giriş şutbet oslobet giriş oslobet betmoris giriş betmoris elexusbet giriş favorislot elexusbet giriş