Bizimle iletişime geçin

Köşe Yazıları

Unutulmaz Bir Anadolu Durağı: Muş Seyahatim

Yayınlanma

Tarih

Uzun yıllar Diyarbakır’da yaşamış biri olarak, Muş ilini ve Muş Alparslan Üniversitesi’ni ziyaret etme fırsatım hiç olmamıştı. Bir gün, Prof. Dr. Mustafa Böyükata hocamızdan bir teklif geldi:
“Hocam, Muş’ta proje eğitimi vereceğim. Gelmek ister misiniz?”
Bu davete hiç düşünmeden “Evet” dedim. Ankara’dan Muş’a doğru yola çıkmamızla birlikte, unutulmaz bir yolculuğun kapıları da aralanmış oldu.

Muş Havalimanı’na indiğimizde, bizi Türkiye’nin en büyük ovalarından biri olan o büyük ve düz Muş Ovası karşıladı. Allah’ım, ne muhteşem bir manzaraydı! Daha önce Roma’nın köylerini hayranlıkla izlemiş biri olarak içimden şöyle geçirdim: “Benim memleketimde de ne güzel yerler varmış da bu zamana kadar görememişim.” Gerçekten de gelmediğime pişman oldum.

Nisan ayında Muş’un sabahı karlı, öğleni güneşli, akşamı ise serin… Sanki tek bir günde dört mevsimi yaşadık. Küresel iklim değişikliklerini iliklerimize kadar hissettik. Ne giyeceğimizi biz bile şaşırdık.

Muş’un tarihi derinliğini hissettiğiniz ilk yer, elbette Malazgirt Savaşı’yla özdeşleşmiş Selçuklu eseri 12 gözlü Murat Köprüsü oldu. Karlı bir havada bolca fotoğraf çektik ve köprüyü baştan sona adımladık. Her taşında bir tarih, her adımında bir hikâye vardı.

Sanayisi sınırlı olan Muş, tarım ve hayvancılıkta büyük bir potansiyele sahip. O uçsuz bucaksız tarlaları görünce, buranın verimli şekilde değerlendirilmesiyle ülkemize ne büyük katma değer sağlayabileceğini hemen fark ediyorsunuz. Sofralarında da bu zenginliği hissediyorsunuz zaten. Üç gün boyunca et yemekleri, taze salatalar ve yöresel lezzetlerle adeta bir lezzet şöleni yaşadık.

Bir hocamız, caddeleri gezerken tanıştığı Muşlu bir amcanın evine yemeğe davet edilmesinden bahsetti. Bu da bölge insanının ne kadar içten ve misafirperver olduğunun en güzel göstergesiydi.

Şehrin bazı caddeleri, Muş’un simgesi haline gelmiş kırmızı renkli ve mızraksı yapıya sahip Muş lalesiyle süslenmişti. Bu lale, geçmişte mimaride, çeşmelerde, camilerde ve türbelerde süsleme motifi olarak da kullanılmış. Yerel halk, “Keşke lale şölenimize denk gelseydiniz” diye defalarca dile getirdi. Demek ki bu topraklarda sadece doğa değil, gelenek de çiçek açıyor.

Tarihi Alaeddin Bey Çeşmesi, Alaeddin Bey Camii, Ulu Cami, Hacı Şeref Camisi, türbeler, manastırlar, kiliseler ve Yıldızlı Han gibi pek çok yapı, her biri ayrı bir tarih kokusunu yüreğinize işliyor. Şehir merkezinden bile rahatça görebileceğiniz, horasan harcı ve siyah taşlarla yapılmış Malazgirt Kalesi ise sanki dağların üzerinden size el sallıyor.

Üç günlük seyahatimizde ancak bu kadarını gezebildik. Eğitimler, konferanslar ve söyleşilerle dolu dolu geçen programda zaman nasıl geçti anlayamadık. Hem ruhen hem zihnen dolduk. Bu güzel davet için ve misafirperverliği için Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Alican hocamıza içten teşekkür ederim. Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Kenan Yıldırım hocamız ise her an yanımızdaydı. İlgi ve alakaları bizleri çok mutlu etti.

Muş’tan kalbimizde sıcacık anılarla ayrıldık. Eminim, ilk fırsatta tekrar bu güzel topraklara döneceğim.

Köşe Yazıları

Büyüknefes: Yozgat’ın Saklı Tarih Hazinesi ve Tavium Antik Kenti

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Geçtiğimiz hafta sonu, çocukluk arkadaşlarımla birlikte Yozgat merkeze bağlı Büyüknefes Köyü’nde bir gezi yapma fırsatı buldum. Tarihin derinliklerinden gelen zenginliklerle dolu bu köy, adeta saklı kalmış bir tarih hazinesi gibi. Her taşında, her kalıntısında geçmişin izleri var. Ancak ne yazık ki, bu kıymetli mirasın hak ettiği ilgiyi görmediğini, bakımsız ve ihmal edilmiş olduğunu görmek beni çok üzdü. İnşaAllah bu yazım, ilgili resmi kurumları harekete geçirir ve Büyüknefes, Türkiye’nin en dikkat çeken turizm merkezlerinden biri haline gelir.

Yaptığım literatür okumalarım doğrultusunda, Büyüknefes’in tarihi ve kültürel zenginliğini aşağıda özetlemeye çalıştım. Umarım ilgiyle okur ve beğenirsiniz.

Büyüknefes Köyü ve çevresi, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve ilk yazılı kayıtlarda 640 yılında Yunanca kökenli “Távion” ismiyle anılmış, 1740 yılında ise Asurca kökenli isim ile geçmiştir. Günümüzde ise 1928 yılından beri “Büyüknefes” adı kullanılmaktadır. Köyün hemen dışında yer alan Tavium Antik Kenti, antik Galatia ülkesinin üç başkentinden biri olarak büyük önem taşır.

M.Ö. 3. yüzyıldan 1. yüzyıla kadar Galatlar tarafından kurulmuş olan Tavium, İç Anadolu’nun önemli bir ticaret ve kültür merkezi olmuştur. Hititler, Frigler, Roma ve Bizans gibi birçok medeniyetin izlerini taşıyan kentte ne yazık ki kapsamlı kazı çalışmaları yapılmamıştır. Bölgedeki yüzey araştırmaları 1997 yılından beri Avusturya Klagenfurt Üniversitesi’nden Prof. Karl Strobel liderliğinde devam etmiş, bu süreçte seramik parçaları, sütun kalıntıları, mezar taşları ve yazıtlar gibi birçok önemli buluntu ortaya çıkarılmıştır. Ancak şu an için bu çalışmaların hâlâ devam edip etmediğine dair güncel bir bilgiye ulaşamadım.

Prof. Strobel’in araştırmalarıyla bölgeye dair şu önemli medeniyet bilgileri ortaya çıkmıştır:

  • Frigler: Bölgedeki yerleşimlerde oval ve yuvarlak şekillendirilmemiş taşlar kullanmış, ancak bölgede fazla tutunamamış ve bıraktıkları tarihi izler sınırlıdır.
  • Hititler: Kayalara kutsal anlamlar yükleyip onları işlemiş, yerleşimlerini kayaların bulunduğu noktalara kurmuşlardır. Bölgede hala Hititlere ait olduğu düşünülen çeşmeler bulunmaktadır.
  • Galatlar: Bölgenin en uzun süre hakimiyeti altında olan savaşçı bir topluluktur. Taş ve mermer işçiliğinde ustalaşmış, Helen yazılarını ve sembollerini kullanmışlardır. Boğa kafası onlar için kutsal bir simgedir; köyün merkezindeki çeşme ve açık hava müzesindeki birçok eser Galatlara aittir.

Tavium ve Büyüknefes, Kalkolitik Çağ’dan İslam Dönemi’ne kadar uzanan geniş bir zaman dilimine ait yerleşim izlerini barındırır. Bu da bölgenin sadece Yozgat değil, Türkiye’nin de önemli kültür ve tarih miraslarından biri olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bu alan, ulusal ve uluslararası düzeyde ses getirecek şekilde korunmalı, tanıtılmalı ve değerlendirilmeye başlanmalıdır.

Büyüknefes Köyü’nde bulunan tarihi çeşmenin taş blokları ve üzerindeki Arapça kitabeler, geçmişin mimari ve kültürel zenginliğinin somut örneklerindendir. Ancak ne yazık ki bu eserler bakımsızlık nedeniyle hak ettiği ilgiyi görmemektedir.

Bölgede tespit edilen 280’in üzerindeki höyük, antik yerleşim alanları, kaya oyukları ve tümülüsler, Büyüknefes ve Tavium’un adeta bir açık hava müzesine dönüşme potansiyelini gözler önüne sermektedir. Valilik ile Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün destekleriyle köy konağı çevresi koruma altına alınmış, antik eserler burada sergilenmeye başlanmıştır. Bu tür çalışmaların artarak devam etmesi, bölgenin turizm potansiyelini önemli ölçüde artıracaktır. Hatta köydeki bazı evlerin duvarlarında bile tarihî nitelikte taşlar görmek mümkündür.

Sonuç olarak, Büyüknefes ve Tavium, tarihimize, kültürümüze ve geçmişimize ışık tutan çok değerli miraslardır. Bu güzide beldenin korunması, restorasyonu ve tanıtımı için hem yerel yöneticilerin hem de bizlerin sahip çıkması şarttır. Umarım yakın zamanda Büyüknefes, hak ettiği ilgiyi görür ve hem Türkiye’den hem de dünyadan tarih ve kültür meraklılarının uğrak noktalarından biri haline gelir.

Kaynaklar:

  • Yozgat İl Kültür Ve Turizm Müdürlüğü Arşivi – Yozgat Müze Müdürlüğü Arşivi
  • Akarsu, Babür M., 2016. I. Uluslararası Bozok Sempozyumu, 1. Cilt, Yozgat, S. 75-80.
  • Erdoğan E., Temizel S. II. Uluslararası Bozok Sempozyumu ”Yozgat’ın Turizm Potansiyeli Ve Sorunları”, Yozgat, Türkiye, 4 – 06 Haziran 2017.

Okumaya devam et

Köşe Yazıları

Kenevir ve Kanser İlişkisine Dair Bilimsel Bulgular Hâlâ Yolun Başında

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Yıllardır çeşitli alanlarda adı anılan bir bitki var:

Kenevir…

Kimilerine göre uyuşturucu, kimilerine ve bana göre ise doğadan gelen bir şifa kaynağı.

Özellikle son zamanlarda kanserle mücadelede adı daha sık anılıyor. Her gün en az bir bilimsel makale yayınlanıyor.

Peki ama gerçekten kenevir, bu amansız hastalığa karşı elimizdeki doğal bir şifa kaynağı olabir mi?

Editörlüğünü yaptığım, “Sağlık Bilimleri Açısından Kenevir” isimli kitabımızda da belirttiğimiz gibi, bilimsel araştırmalar kenevirin içeriğinde yer alan “kannabinoid” isimli maddenin, bazı tümör hücrelerinin gelişimini baskılayabildiğini ortaya koyuyor. Laboratuvar ortamında yapılan (in vitro) ve hayvanlar üzerinde gerçekleştirilen (in vivo) deneylerde, bu maddelerin kanser hücrelerini yavaşlatabildiği hatta yok edebildiği gözlemlenmiş. Ancak elbette bu bulguların insan üzerindeki etkilerini netleştirmek için çok daha fazla sayıda ve kapsamlı klinik çalışmalara ihtiyaç var.

Şu ana kadar yapılan insan deneyleri sayıca oldukça az, yetersiz ve yöntem açısından oldukça değişken. Bu da kesin bir sonuca ulaşmamızı güçleştiriyor. Üstelik kenevirin tümör hücrelerine etkisi çift yönlü olabiliyor, yani bazı durumlarda fayda sağlarken bazı durumlarda istenmeyen etkiler de gösterebiliyor.

Ancak tüm bu zorluklara rağmen, elimizdeki veriler kenevirin en azından destekleyici (adjuvan) tedavi olarak kullanılabileceğine işaret ediyor. Özellikle bağışıklık sistemi ve endokannabinoid sistem arasındaki etkileşim, kanserle mücadelede yeni bir kapı aralayabilir.

Elbette kenevirin bir “mucize” olarak sunulması da doğru değil. Ama bilimsel veriler ışığında değerlendirilirse, bu kadim bitkinin modern tıpta yer bulabileceği de bir gerçek. Bulmaya başlamışta zaten.

Kısacası, kenevir ne sadece bir uyuşturucu ne de sadece bir ilaç… Doğru bilgiyle, doğru dozda ve doğru amaçla kullanıldığında insanlığa fayda sağlayabilir.

Yeter ki bilimin ışığında ilerleyelim ve akademik çalışmalara devam edelim.

Kaynak

Karadağ A. Temel H., Sağlık Bilimleri Açısından Kenevir, Çukurova Nobel Tıp Kitapevi, 2022.

Okumaya devam et

Köşe Yazıları

Ramazan: Maneviyat, Kardeşlik ve Sağlığın Buluştuğu Ay

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Ramazan, Müslümanlar için her zaman bir ibadet, sabır ve paylaşma ayı olmuştur. Ancak Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve sahabelerin yaşadığı dönemde Ramazan, bambaşka bir anlam taşıyordu. O günlerde bu mübarek ay, sadece oruç tutmaktan ibaret değildi; aynı zamanda toplumun ruhen ve ahlaken yeniden inşa edildiği, Allah’a yönelişin zirve yaptığı bir zaman dilimiydi. Ramazan ayı, açlığa ve susuzluğa sabretmekten öte, Allah’a olan bağlılığın en derin haliyle hissedildiği bir eğitim süreciydi. Aynı zamanda, modern bilim de Ramazan orucunun sağlık üzerindeki olumlu etkilerini vurgulamaktadır. Bedeni ve ruhu dinlendiren bu mübarek ay, aslında insan sağlığı için de büyük bir nimettir.

Peygamber Efendimiz’in Ramazan’ı yaşama biçimi, ümmetine en güzel örnek olmuştur. Sahur yapmanın önemini vurgulayan Efendimiz, “Sahur yapınız, çünkü sahurda bereket vardır.” (Buhari, Savm 20) buyurmuştur.

Gündüzleri oruçlu geçirmek sadece açlık ve susuzlukla sınanmak değil, aynı zamanda sabır, şükür ve nefsi terbiye etmek anlamına geliyordu. Bir keresinde, sahabeler çok sıcak bir günde oruç tutarken zorlandıklarını söylediklerinde, Efendimiz onlara Bedir günü oruçlu halde savaşan sahabeleri hatırlatarak, “Gerçek sabır ve dayanıklılık işte o zaman gösterilir.” diyerek onları teskin etmişti.

Ramazan, Kur’an’ın indirilmeye başlandığı ay olduğu için, Peygamberimiz ve sahabeler bu dönemde Kur’an’la daha fazla hemhal olurlardı. Cebrail (a.s.), her Ramazan ayında Peygamber Efendimiz’e Kur’an’ı baştan sona okuturdu. Bu, sahabelere de örnek olmuş, onlar da Ramazan boyunca Kur’an’ı daha çok okuyarak tefekkür etmişlerdir. Hz. Osman (r.a.), Ramazan gecelerinde Kur’an’ı saatlerce okur, gözyaşları içinde ayetleri derinlemesine anlamaya çalışırdı.

Ramazan, paylaşmanın en yoğun yaşandığı zamanlardan biriydi. Sahabeler, ellerindeki azıcık yiyeceği bile komşularıyla, fakirlerle paylaşmayı büyük bir görev bilirdi. Efendimiz, “Kim bir oruçluyu iftar ettirirse, onun sevabı kadar sevap kazanır.” (Tirmizi, Savm 82) buyurarak, cömertliği teşvik etmiştir. Medine’de iftar sofraları birlik ve beraberlik ruhunu güçlendirirdi. Hz. Bilal (r.a.), iftarını çoğu zaman sadece birkaç hurma ve su ile açar, elinde fazlası varsa mutlaka bir yetime veya fakire verirdi.

Günümüzde ise, Ramazan’ın ruhuna aykırı şekilde, lüks ve abartılı iftar sofraları düzenlenmesi ne yazık ki sıkça görülmektedir. Oysa Peygamber Efendimiz, sade ve ölçülü beslenmeyi öğütlemiş, “İnsanoğlu, midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır.” (Tirmizi, Zühd 47) buyurarak aşırıya kaçmanın sakıncalarına dikkat çekmiştir. Oruç, açları anlamak ve israftan kaçınmak için bir vesile iken, gösterişli sofralarla bu bilinci kaybetmek Ramazan’ın özünden uzaklaşmak anlamına gelir.

Peygamber Efendimiz, Ramazan gecelerini ibadetle geçirirdi. Sahabelerle birlikte cemaat halinde teravih namazı kılmaları, bu ibadeti önemli kılmıştır. Mescid-i Nebevi’de yankılanan dualar, Allah’a yakınlaşmanın en özel anları olurdu. Sahabelerden biri bir gece Peygamberimizin namazını izleyip, onun Allah’a olan teslimiyetini gördüğünde, gözyaşları içinde “İşte gerçek huzur bu!” diye fısıldamıştı.

Ramazan, fakirlere yardım eli uzatmanın en önemli vesilelerinden biri olarak görülürdü. Sahabeler, mallarından sadaka ve zekât vererek ihtiyaç sahiplerine destek olurlardı. Hz. Osman (r.a.), bir kıtlık yılında kervan dolusu buğday getirtmiş ve tümünü ihtiyaç sahiplerine bağışlamıştı. Hz. Aişe (r.a.) ise gelen hediyeleri hiç tereddütsüz fakirlere dağıtır, kendisi çoğu zaman hurma ve sudan başka bir şeyle orucunu açardı.

Günümüzde bilim insanları, oruç tutmanın vücudu toksinlerden arındırdığını, bağışıklık sistemini güçlendirdiğini ve metabolizmayı düzenlediğini ortaya koymaktadır. Bu yönüyle oruç, hem ruhsal hem de fiziksel arınma sağlamaktadır.

Peygamber Efendimiz, Ramazan’ın son on gününde ibadetlerini daha da artırır, itikâfa girerdi. Sahabeler de bu sünnete uyarak mescitlerde kalır, kendilerini ibadete adarlardı. Kadir Gecesi’nin ihya edilmesi, bu dönemin en önemli manevi kazançlarından biri olurdu. Hz. Aişe (r.a.), Kadir Gecesi’nin önemini Peygamber Efendimiz’e sormuş ve Efendimiz ona şu duayı öğretmiştir: “Allah’ım, sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet.” (Tirmizi, Deavat 85). O günden bugüne kadar bu dua, Kadir Gecesi’nin en kıymetli dualarından biri olarak Müslümanlar tarafından okunmaktadır.

Ayrıca, oruç sayesinde vücut hücrelerinin kendini yenileme sürecine girdiği, açlığın bağışıklık sistemini güçlendirdiği ve uzun vadede sağlıklı yaşam için olumlu etkileri olduğu bilimsel olarak da kanıtlanmıştır.

Peygamber Efendimiz ve sahabeler için Ramazan, yalnızca oruç tutulup iftar edilen bir ay değil, ruhların arındığı, gönüllerin yumuşadığı, Allah’a yakınlaşmanın zirve yaptığı mübarek bir zaman dilimiydi. Bugün de onların izinden giderek Ramazan’ı sadece aç kalınan bir süreç olarak değil, bir ruh, beden ve şuur eğitimi olarak görmek gerekir. Ramazan, her dönemde olduğu gibi bugün de bizlere, sabrı, paylaşmayı ve manevi olgunluğu hatırlatmaya devam ediyor.

Aynı zamanda modern tıp ve bilim de bu mübarek ayın sağlığa olan katkılarını doğruluyor. Ancak Ramazan’ı gösteriş ve lüks sofralarla tüketmek yerine, paylaşma ve tevazu ruhunu yaşatarak geçirmeliyiz. Oruç, bedenimizi dinlendirirken ruhumuzu da arındırıyor ve bize hayatın özünü hatırlatıyor.

Okumaya devam et

Trendler

Prof. Dr. Hamdi Temel © 2020 Tüm hakları saklıdır. Site içerisindeki yazıların izinsiz ve kaynak gösterilmeden paylaşılması yasaktır.

Toplam Ziyaretçi Sayısı

maksibet giriş maksibet film hd izle film izle film hd izle şutbet giriş şutbet oslobet giriş oslobet betmoris giriş betmoris elexusbet giriş favorislot elexusbet giriş